“KUŞBAKIŞI” Serra Menekay’ın ikinci olarak basılan romanı. Bir pilotun gözünden Balyoz ve benzeri kumpas davalarının perde arkasını ortaya koymaya çalışan bu romanda bütünüyle kurgu olan bir hikâye, gerçek bir zemin üzerine oturtularak aktarılıyor. Kuşbakışı 2016 yılının Eylül ayında Alibi Yayıncılık tarafından yayımlandı.
Eserin Özeti
Hava Harp Okulunu birincilikle bitirmiş, uçuş eğitimini yurt dışında almış parlak ve başarılı bir savaş pilotu olan üsteğmen Göksel Güçlü, pilotluk mesleğine olan aşkını babasına olan hayranlığı ile birleştirmiş ve Türk Ordusunun şerefli bir subayı olma kimliğini kariyerindeki başarılar ile taçlandırmıştır. Ancak Göksel’in başarılı kariyeri 2009 yılından itibaren hakkında internette çıkan asılsız dedikodular ile gölgelenir. Hakkındaki soruşturmalar, düşürülen sicil notu, beklenmedik tayini, dedikodular yüzünden komutanlarından gördüğü kötü muamele ve sevdiği kadının bile kendisini terk etmesi nedeniyle depresyona sürüklenen Göksel, anlayamadığı ve içinden çıkamadığı bu kötüye gidiş sırasında talihsiz bir uçak kazası yaşar. Kullandığı F4 Fantom uçağını son anda indirerek kurtarmayı başaran Göksel, bu kaza neticesinde kötürüm kalır. Ses hızının üzerinde uçmaya muktedirken bir günde kendini yürüyemez hatta tuvaletini bile tutamaz halde bulan Göksel’in tüm hayalleri yıkılmış, umutları sönmüştür. Ailesinin desteği ile tekrar ayağa kalkabilmek için yoğun bir tedavi almaya başlayan Göksel insanüstü bir mücadele ile bir yandan tedavi süreçlerinin zorlukları ile baş etmeye bir yandan da başına gelenleri anlamaya çalışır. Bu süreçte Göksel Türk Silahlı Kuvvetlerini hedef alan kumpas davalarını ve ardındaki büyük oyunu görmeye başlar. Göksel’in hasta yatağında çözmeye çalıştığı bulmacanın içerisinde ülkenin üzerine oynanan oyunların yanı sıra kendi psikolojisi, hayatın anlamı ve aradığı aşkın tanımı da vardır.
Gerçekliklerle örülü bir zemin üzerindeki bu hikâye bütünüyle bir kurgudan ibaret. Göksel Güçlü diye birisi yok. Öte yandan Göksel’in hikâyesi aslında kumpas davalarına maruz kalmış pek çok subayın hikâyesi olması bakımından oldukça gerçekçi. Gerçek dünyada adları aynı olmasa da, hikâyeleri birebir örtüşmese de bu kitapta tanışacağınız Göksel’i, Yıldız Abla’yı, Gökçe’yi, İpek’i, Nezaket Hanım’ı, Güneş Abla’yı, Sedat Yüzbaşı’yı, Serap Abla’yı ve Şiraz’ı aslında zaten tanıyor olduğunuzu fark edeceksiniz. Elinizden bırakamayacağınız bu romanda yurtsever bir savaş pilotunun gözünden 2009-2016 sürecindeki Türkiye’ye ve bu dönemde Balyoz gibi davalarla tıpkı romanın kahramanı gibi kötürüm bırakılan Türk Ordusuna kurulan kumpasa “Kuşbakışı” bakma şansını yakalayacaksınız.
Eserin anlamı ve benzerlerinden ayıran özellikler
Kuşbakışı Balyoz gibi isimli davalarla Türk Ordusuna kurulan kumpasa adı gibi kuşbakışı bakmayı amaçlayan bir roman. Sürükleyici bir kurgunun önderliğinde, yakışıklı pilot Göksel Güçlü’nün bakış açısıyla onun dilinden anlatılan bu hikâye aslında 2009-2016 yılları arasında Türkiye’nin içinden geçtiği sürece de baktığı açıdan ışık tutuyor. Kitabın içinde söz konusu dönemde yayımlanan kitaplara, köşe yazılarına ve gazete manşetlerine atıflar yapılarak ülkenin geçtiği süreç detaylandırılıyor. Bu anlamda kitap okura kumpas davalarının süreçleri hakkında iyi bir özet sunuyor. Bunu bir roman kurgusuyla anlatıyor olması esere akıcılık ve sürükleyicilik özelliklerini kazandırıyor.
Tüm bunların yanı sıra kitapta bir travma ile kötürüm kalan genç bir hastanın neler yaşayabileceğini, tıbbi tedavilerin ayrıntılarını, psikolojik destek tedavilerinin yerini, yeniden ayağa kalkabilmenin zorluklarını mesleklerinde saygın yerlere sahip danışmanlardan alınan destek ile yakından ve detaylı olarak görebiliyoruz. Kitap bu yönüyle titiz bir gözlem, ayrıntılı bir çalışma ve saygın bir bilgi birikimi barındırıyor.
Kitabın adı nasıl kondu
Dr. Serra Menekay bu romana ‘Kuşbakışı’ adının verilmesi hikâyesini şöyle anlatıyor:
“Bu roman Balyoz ve benzeri davaların saçmalıkları henüz deşifre olmamışken, Türk Ordusunun başına örülen bu çorabın onu güçsüz kılmak için tertiplenen bir kumpas olduğu herkes tarafından bilinmez iken ve kumpası kuranların zalimliğini cümle âleme kanıtlayan 15 Temmuz darbe girişimi henüz yaşanmamışken yazılmaya başlanmıştır. Bu ülkenin gerçek aydınları o günlerde de dönen dolapların farkındaydı ve bunları yazıp anlatmaktaydılar. Ancak Balyoz kumpası henüz bir roman şeklinde yazılmamıştı. Ben zaten bu konuyu anlayabilmek için çok okuma yapıyordum. Okuduğum pek çok bilgiyi bir araya toplayan, gerçek bir zemin üzerine oturmuş bir kurguyu yazma isteği her geçen gün içimde büyüyordu. O günün şartlarında basılmasının imkânsız olduğunu bilerek yazmaya başladım ve sürdürdüm. Sanırım bunda bir pilot eşi olmamın da etkisi büyük oldu. Pilotlar altlarından akıp giden manzaraya yukarıdan bakmaya ve büyük resmi görmeye alışkındırlar. Genel kurguyu yaptığımda ilk olarak sevgili arkadaşım ve gönüllü editörüm Dr. Figen Yavuz ile görüştüm. Romanı ona anlatırken “Bulutların arasından kuşbakışı bakan bir pilotun gözünden tüm kumpas davalarının romanını yazmak istiyorum” dediğimde arkadaşım bana ‘O halde romanın adı hazır, Kuşbakışı’ dedi. Ben de çok sevdim bu ismi, romanımı çok güzel özetlediğini düşünüyorum”
Romandan Alıntılar
***
Aslında tüm senaryo ne yapacağını çok iyi bilen profesyonel bir ekipçe sahneleniyor gibi. Önce bir hamle, sonra bekleyip görme, tepkileri ölçme sonradan yeniden bir hamle. Hamlelerde ilke yok, ahlak yok, hukuk yok. Tam bir asimetrik savaş. Önce emekli subaylar, sonra emekli generaller, sonra muvazzaf subaylar, sonra muvazzaf generaller sırası izlenmiş. Bu hiyerarşide sırada muvazzaf orgeneraller, kuvvet komutanları ve genelkurmay başkanı yer alıyor. Buralara kadar gider mi? Neden olmasın? Buraya kadar gelen oraya kadar da gidebilir elbette. Hatta bu kadar büyük bir güç kontrolden çıkarsa daha nerelere gidebileceğini tahayyül etmek bile zorlaşır. Böyle oluşumların en sonunda kurgulayanların elinde patladığına dair örneklerle dolu aslında tarih. ‘Oyun bittiğinde piyon da şah ta aynı kutuya konur’ lafı boşuna söylenmemiştir. Anlaşılan önümüzdeki günler daha çok şeye gebe.
***
Şimdiye dek bir tane komutanın bana “Gel bakalım Teğmenim, dertleşelim seninle, nedir vaziyet?” dediğini duymamıştım. Elbette çok yoğun programları, çok yoğun işleri vardı, günlük yaşamda böyle bir imkânları yoktu belki ama buna bir fırsat aramadıkları da aşikârdı. O kadar uzaktaydılar ki bizlerden. Sadece ruhen değil, fiziksel olarak da uzaktaydılar. Ordu evlerinde katlarımız, yemek salonlarımız hatta asansörlerimiz bile ayrıydı. Yaz kamplarında da binalarımız, hatta plajlarımız dahi ayrılmıştı. Elbette kopuktuk birbirimizden. Generallerin teğmenlik günleri geride kalalı çok olmuş, devir değişmişti. Ne onlar bizleri, ne biz onları biliyor ve anlıyorduk.
***
Merdivenlerden tüm zarafeti ile iniyor. Gözümü ayıramıyorum. O kadar güzel ki. Elimi uzatıyorum. Elimi tutuyor. Sıcaklığını elimde hissediyorum. Tam o sırada Kadın Kokusu filmindeki o meşhur tango sahnesinin şarkısı “Por Una Cabeza” çalmaya başlıyor. Onu kendime çekiyorum, bedenlerimiz yaklaşıyor, sol kolumu beline doluyorum, sağ elimdeki elini kaldırıyorum ve tango yapmaya başlıyoruz.
***
Bize kumpas kuranlar 15 Temmuzda suçüstü yakalandı. Bu şerefsizlerin içinden kaçıp Yunanistan’a sığınmaya çalışanlar bile oldu. Üzerlerinde üniforma ile ordunun helikopteriyle kalkıp Yunan’a sığınacak kadar rezil oldular. Bir zamanlar bizleri sorguya çekenler, adımızı kirletmeye çalışanlar, bizi sürgün edenler, yalanları ile fişleyenler gözaltına alınıp tutuklandılar. Her birinin elleri bağlı derdest edilmiş görüntülerini televizyonlardan izledik. Onlar yargılanacak şimdi. Üstelik onlar düzmece belgelerle değil bizzat yaptıklarıyla yargılanacaklar. Kumpas mağdurları kendilerine her söz hakkı verildiğinde onların adil şekilde yargılanmaları gerektiğini söylediler. İyi araştırma, iyi istihbarat yapılması gerektiğini, kurunun yanında yaşın yanmasına müsaade edilmemesi gerektiğini vurguladılar. Başından beri bizler “yargı herkese lazım, o yüzden adil olmalı” demiştik, yine aynı söylemimizi sürdürdük. Çünkü evrensel doğru tektir, duruma göre eğilip bükülmez. Doğru’dan şaşmazsanız sonunda hep kazanan siz olursunuz.
Peki ben ne hissettim olan biten rezilliği izlerken? İntikamım alındığı için bir rahatlama mı, haklı çıkmaktan dolayı bir zafer mi, hatta belki de sevinç mi? Hiç birisi değil. Bu günleri, ordunun ve üniformamın düştüğü bu halleri görmekten dolayı büyük bir utanç hissettim. Kesif bir utanç ve hiç onulmayacak bir üzüntü. Öte yandan hiç bitmesin istediğim bir umutla kaplandı içim. O karanlık ve uzun gecede millette gördüğüm birlik beraberlik ruhundan dolayı umutlandım. Umarım bu ruh hiç bozulmaz, eğilip bükülmez ve siyasilerin şahsi ikballerine alet edilmez.
Umarım bu musibet Türkiye’nin beyaz bir sayfa açarak Atatürk’ün ortaya koymuş olduğu fabrika ayarlarına geri dönmesine vesile olur. Çünkü biz doğru yolun Atatürk’ün çizdiği laik, demokratik cumhuriyet yolu olduğunu bir kez daha hep birlikte 15 Temmuz gecesini yaşayarak gördük.
O gece biz milletçe birinci vazifemizin, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmek olduğunu gördük. Mevcudiyetimizin ve istikbalimizin yegâne temelinin bu olduğunu, bu temelin, en kıymetli hazinemiz olduğunu gördük. Bizleri bu hazineden mahrum etmek isteyen, iç ve dış düşmanların olduğunu gördük. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersek, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağımız vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmememiz gerektiğini anımsadık. İstiklâl ve Cumhuriyetimize kasteden düşmanların cebren ve hile ile aziz vatanın bazı kalelerinin zaptetmiş, bazı tersanelerine girmiş, ordusunu dağıtmış, hatta bir kısmını hapsetmiş ve memleketin pek çok kurumunu işgal etmiş olduğunu gördük. Bütün bu şerâitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, TSK başta olmak üzere memleketin pek çok kurumunda yer alan iktidar sahiplerinin gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunduklarını gördük. Hattâ bu iktidar sahiplerinin şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit ettiklerini, emellerine ulaşmak için dini amaçlarına alet ederken kul hakkını yemekte sakınca görmediklerini de gördük. Ama Türk istikbalinin evlatları olarak hepimiz bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifemizin Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmak olduğunu hatırladık.
Muhtaç olduğumuz kudret ise damarlarımızdaki asil kanda mevcuttu.
Teşekkür
Serra Menekay